Michel Foucault ve Düşünce Sistemleri Tarihinde Epistemik Kırılmalar
Prof. Dr. Veli Urhan, Gazi Üniversitesi Felsefe Bölümü
Foucault Düşünce Sistemleri Tarihini Klasik ve Modern olmak üzere iki döneme ayırır. Onyedinci ve onsekizinci yüyılları arkeolojik çözümlemenin konusu olan Klasik Çağ, ondokuzuncu yuzyıldan sonrasını da Modern Çağ olarak adlandırır. Foucault arkeolojik bir çözümlemeyle, insanı insan yapan üç yönünü gösteren yaşama, çalışma ve konuşma alanlarında görülen en ciddi epistemik kırılmaların ondukuzuncu yüzyılda yaşandığını düşünür ve onların derinlemesine analizini yapar.
Foucault’nun Metodolojileri: Arkeoloji ve Soybilim
Doç. Güney Çeğin, Pamukkale Üniversitesi Sosyoloji Bölümü
Arş. Gör. Gürhan Özpolat, Tunceli Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü / Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, Doktora Öğrencisi
Michel Foucault’nun eserlerinde metodolojik bütünlüğün yanı sıra teorik bir bütünlüğün de mevcut olmadığını ileri süren (bkz. Gutting, 2002) yorumları bir kenara bırakacak olursak, düşünürün olgunluk dönemi eserlerini, yöntembilimsel açıdan, arkeoloji ve soybilim başlıkları altında sınıflandırıp değerlendirmenin akademik yazında oldukça yaygın olduğu (Flynn, 2005; Kelly, 2009) ve bu ayrımın da Foucault yorumcularınca iki farklı biçimde muhafaza edildiği söylenebilir. Katı bir ayrıma gidip metodolojik kırılma tezini savunan birinci gruptaki yorumcular arkeolojik ve soybilimsel yöntemler arasında tematik bir süreklilik görmelerine karşın, düşünürün erken dönem ve son dönem çalışmaları arasında gözle görünür bir metodolojik farklılığa işaret etmektedirler (bkz. Major-Poetzl, 1983). Bu yorumu esas alan bakış açısına göre Foucault’nun 1971’den önce kaleme aldığı eserler ile sonrasında yaptığı çalışmalar arasında keskin bir metodolojik kopuştan söz edilebilir ki; bu noktada, muhtelif yorumcuların, “The Order of Discourse” [Söylemin Düzeni] (1971) metnini arkeolojiden soybilime geçişte bir “milad” yahut “dönüm noktası” olarak kabul ettiklerini, dahası soybilimi arkeolojinin metodolojik başarısızlığının kaçınılmaz sonucu ilan ettiklerini hatırlatmak yerinde olacaktır (bkz. Viskers, 2008; Paras, 2006). İkinci grupta yer alan yorumcular, öte yandan, bahse konu ayrımı korumakla birlikte diğerlerinin metodolojik bir kopma/kırılma gördükleri yerde tamamlanmış bir projeden bahsetmekte, arkeoloji ve soybilimi de, bu minvalde, bu tamamlanmış projenin iç içe geçmiş iki aşaması olarak tasvir etmektedirler (bkz. Keskin, 1999; Revel, 2005). Bu yaklaşıma göre, arkeolojiden soybilime geçiş düşünürün fikri kariyerinde bir kırılma anına değil, olsa olsa tarihyazımı ile ilgili bir açılıma yahut ölçekte meydana gelen bir genişlemeye tekabül etmektedir (bkz. Davidson, 1986; Koopman, 2008; Best & Kellner, 1991; Behrent, 2012). Nitekim Foucault’nun sıklıkla soybilimsel dönem içerisinde sınıflandırılan Hapishanenin Doğuşu (1975) ve Cinselliğin Tarihi (1982) adlı yapıtlarında arkeolojik yöntemi de kullandığı rahatlıkla gözlemlenebilir (Dreyfus & Rabinow, 1982). Biz, bu çalışmada, bu iki yorumlama hattından ilkinin bazı tespitlerine katılmakla beraber ikincisine yakın bir pozisyonu benimsiyor ve her iki okuma çizgisinin de sıklıkla izledikleri genel eğilimin aksine arkeoloji ve soybilim arasındaki farklardansa benzerliklerden başlayan karşılaştırmalı bir okuma öneriyoruz. Bu doğrultuda, çalışmanın ilk kısmında, düşünürün erken dönem çalışmalarında kullandığı metodolojisinin genel çerçevesinden bahsettiği Bilginin Arkeolojisi (1969) eserinden hareketle arkeolojik yöntemin, ikinci kısımda da iktidar ilişkilerini incelemesine yardımcı olacak metodolojik aracı takdim ettiği “Nietzsche, Genealogy, History” (1971) [Nietzsche, Soybilim, Tarih] makalesinden yola çıkarak soybilimin temel bileşenlerine odaklanıyoruz. Son olarak, arkeolojiden soybilime geçişin nedenlerini tartışıyor ve bu bağlamda “Arkeolog Foucault” ile “Soybilimci Foucault” arasındaki temel farkın metodolojik değil fakat ilgi alanında meydana gelen kaymaya ilişkin olduğu tezini öne sürüyoruz.
Foucault ve Siyasi Bir Yaşam Tarzı Olarak Felsefe
Yrd. Doç. Aret Karademir, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Felsefe Bölümü
Michel Foucault ölümünden önceki son yıllarda Collège de France’da Antik Yunan ve Hellenistik Felsefe dersleri vermiş, bu derslerde antik felsefenin Pierre Hadot’nun deyimiyle “bir yaşam tarzı” olarak betimlenmesi gerektiğini savunmuştur. Bir yaşam tarzı olarak felsefe anlayışına göre, felsefi gerçekliğe ancak ve ancak öznenin kendi benliğini dönüştürüp özgürleşmesi ile ulaşılabilir; öznenin dönüşümü ise ancak ve ancak felsefi gerçekliğe ulaşıldığında tamamlanır. Bu konuşmada, Foucault’nun antik felsefede bulduğu özne-gerçeklik-özgürlük ilişkisi üzerinden Foucault felsefesi okunduğunda, Foucault’nun ilk bakışta birbirinden ayrıştığı sanılan kariyer evrelerinin—arkeolojik evre, jeneolojik evre, etik evre—aslında bir yaşam tarzı olarak felsefe anlayışı etrafında toplandığının anlaşılacağı iddia edilecektir. Ayrıca Foucaultcu yaşam tarzı olarak felsefenin ve özne-gerçeklik-özgürlük ilişkisinin siyasi boyutunun olduğu gösterilecektir.
Foucault ve Modern Bilgi ve Özne Anlayışının Açmazları
Dr. Itır Güneş, Yardımcı Doçent, Truman State University
Bu bildiri, Michel Foucault’nun 1981-1982 tarihlerinde Collège de France’ta verdiği “Öznenin Yorumbilgisi” adlı derste, modern çağdaki bilgi, bilmek, hakikat ve özne anlayışına getirdiği eleştirileri yorumlamayı; bu eleştirilerin felsefe tarihindeki köklerini irdelemeyi ve bugün bizlere ne ifade edebileceğini tartışmaya açmayı hedefliyor. Bildiri beş ana tema üzerine yoğunlaşıyor:
1. Foucault’nun Modern Bilgi Anlayışını Eleştirisi. Foucault’ya göre modern zamanda bilginin, ona ulaşan kişiyi (hem bilgi edinme aşamasında, hem de sonrasında) dönüştürme gücü olduğu ve bu gücün bilginin esasını oluşturduğu gerçeği unutulmuştur. Dolayısıyla bilgi modern anlayışta, değiştiren, dönüştüren, ruhani yönünden uzaklaşıp, zihinsel kavrayışla özdeşleştirilerek bilişsel bir olgu olarak anlaşılmaktadır. Bu durumun kökeninde, bilginin temeli olan “kaygı” mefhumunun unutulması yatmaktadır. Foucault, Platon okumalarına dayanarak, Antik Yunan’da bilginin temelinde insanın kendi varlığına kaygıyla yaklaşması ve dolayısıyla bilgiyi ve hakikati kendi benliğiyle derinden ilişkilendirmesi düşüncesinin var olduğuna işaret eder. Bilgi ile kaygı arasındaki bu yakın ilişki, zamanla kaygının unutulması ile yerini salt bilgiye bırakır. Böylelikle bilgi ile benlik arasındaki göbek bağı kesilir. Bunun sonucunda, kaçınılmaz olarak, bilginin tanımı ve nüfuz alanı değişir, fakirleşir ve daralır (salt bilimsel bilginin “gerçek” bilgi sayılması gibi). Öte yandan “kaygı,” entelektüel yönden içi boşaltılıp, gayrıciddi, felsefi yönden değersiz bir kavrama indirgenir.
2. Foucault’nun Modern Özne Anlayışını Eleştirisi. Foucault bahsi geçen durumu modern özne anlayışının belkemiğini oluşturan “Kartezyen özne” yaklaşımının öne çıkmasına ve bunu hazırlayan tarihsel koşullara bağlar. Buna göre, Kartezyen özne esasında ayrık, özerk zihinden ibarettir. Bu özerk zihnin esas niteliği düşünme eylemidir. Düşündükleri, bildikleri içerik olarak zaman zaman yanlış olabilir, ancak neticede bireyin hakikatle ve kendisiyle ilişkisi zihinseldir. Böylelikle, Antik Yunan düşüncesinde görülen, öznenin kendisine ve hakikate kaygıyla yaklaşmasının önemi unutulmuş; özne ile bilgi ve hakikat arasındaki ilişkinin ruhani, bireyi değiştirip dönüştüren, diğer bireylerle olumlu şekilde ilişkilendiren ve bireyin kendisiyle ilişkisini kökten değiştiren yanı devre dışı kalmıştır.
3. Farklı Yaklaşımlar. Foucault farklı özne yaklaşımlarını Antik Yunan’da, özellikle de Platon, Stoa ve Epikür felsefelerinde bulur. Bu yaklaşımları modern anlayıştan ayıran başlıca özellikler, kaygı ile bilgi ve birey arasındaki bağı tanımaları; bireyin bilgiye ulaşabilmek için birtakım hazırlıklar yapması, ruhen ve bedenen kendisini bilgiye açmak için çeşitli pratik ve ritüelleri içselleştirerek uygulaması gerektiğini vurgulamaları; ve bireye kendisini özgün bir özne olarak kurgulama alanı açmalarıdır. Foucault’nun bu felsefelere olumlu yaklaşımının yanısıra, yönelttiği eleştiriler de incelenecektir.
4. Foucaultcu Yaklaşımın Günümüze Yansıması. Foucault’nun çözümlemesi bugün bize ne ifade ediyor? Özgün birer birey olarak kendini anlama ve kurma çabası içindeki bizlere ne önerebilir? İçinde bulunduğumuz gerçekliği anlamlandırmamıza nasıl ışık tutabilir? Bu ve benzer sorular tartışmaya açılacaktır.
5. Foucault’nun Çözümlemesinin Felsefi Kökleri. Yukarıdaki ilk üç madde incelenirken, Foucault’ya Yunan filozoflarının yanısıra, Nietzsche, Heidegger, Hegel gibi düşünürlerin de ilham verdiği dikkatli gözlerden kaçmayacaktır. Bildiri boyunca bu bağlantılar, ilhamlar ve atıflar açığa çıkarılarak, Foucault felsefesinin felsefe tarihiyle diyaloğu ve tarihi metinlere özgün yaklaşımı incelenecektir.
Biyoiktidardan Ölüm İktidarına
Burçin Nilay Kalınbayrak, Doktora Öğrencisi, Ankara Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler
Bu çalışmanın amacı, Achille Mbembe’nin, Michel Foucault’nun biyoiktidar (biopower) kavramını genişleterek öne sürdüğü ölüm iktidarı (necropower) kavramını incelemektir.
Foucault’ya göre iktidar; sadece yasaklama ve kurallara dayalı negatif terimlerle açıklanamayan, anne ve çocuk, doktor ve hasta dahil birçok iktidar ilişkisinden meydana gelen, tek bir otoriteden kaynaklanmayan ve otoritenin kendisinin de bu ilişkilerin bir parçası olduğu karmaşık bir oluşumdur. Bu ilişkiler vasıtasıyla iktidar; Foucault’ya göre, sistemin sürekliliğini sağlamak için insanları cezalandırmaktan öte onların daha üretken olmalarını sağlamaya çalışan ve bireyin bedeni ile insan nüfusu üzerinde kontrol ve disiplin mekanizmalarının farklı boyutlarda uygulandığı, beden politikası (anatomopolitics) ve biyopolitika (biopolitics) süreçlerinin birleşimi olan biyoiktidar üzerinden tanımlanır.
Ölüm iktidarı ile modernite ve terör arasında bağlantı kurarken biyoiktidar ve egemenlik arasındaki ilişkiyi temel alan Mbembe’ye göre, modernitenin bir yansıması olan egemenliğin, kimin yaşayacağına ve kimin öleceğine karar veren bir güç olarak amacı, insan varlığını araçsallaştırmak, insan bedeni ve nüfusunu kontrol ya da yok etmektir. Bu anlamda Mbembe, egemenliğin önemli bir uygulama alanı olan savaşta yaşam, ölüm ve insan bedeninin nasıl bir yeri olduğunu ve öldürme ve yaşatma haklarına hangi koşullarda, kimin, kime karşı sahip olduğunu sorgular. Bunun için biyoiktidarın tarihsel olarak kendini gösterdiği örnekleri, özellikle de toplama kampları ve kolonileri incelerken günümüz koşulları için bu kavramın hala geçerli olup olmadığını tartışır.
Mbembe’ye göre biyoiktidar, her ne kadar sömürgecilik ve Nazi Almanyası dönemlerini yansıtsa da, tarihte yaşanan örneklerden çok daha karmaşık olan günümüz koşulları ve işgallerini açıklamak bakımından sınırlıdır. Bu anlamda Mbembe, biyoiktidar kavramını genişleterek yeni nesil sömürgeci işgalleri ölüm iktidarı olarak adlandırır. Biyopolitika ve ölüm politikası (necropolitics) güçlerinin bir birleşimi olan ölüm iktidarının Mbembe’ye göre en belirgin örneklerinden biri; sömürgecilik dönemindeki sınır ve kimlik farklılıklarının çok ötesine geçen, gözetleme ve kontrol süreçlerinin sadece yer üstünü değil yer altı ve hatta gökyüzünü bile kapsadığı bir işgal olarak kendini gösteren Filistin işgalidir.
Özetle Mbembe, savaş, egemenlik, güvenlik gibi kavramların bulanıklaştığı, mümkün olduğunca çok kayıp vermeye odaklanan, insanları bir bakıma yaşayan ölüler gibi yaşamaya zorlayan günümüz dünyası bakımından ölüm iktidarı kavramının daha kapsayıcı olduğunu; biyoiktidar kavramının ise tarihsel koşullar için açıklayıcı fakat değişen koşullar için sınırlı kaldığını vurgulamıştır.
Foucault’nun Hakikat Siyaseti üzerinden Bir Okuma: Platon’da Hafıza, Bilgi ve İktidar Oyununda; Şair, Sofist ve Filozof
Canan Yarar, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Felsefe Anabilim Dalı, Doktora öğrencisi, Çankırı Karatekin Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Görevlisi
Tarihin kökensel didikleme ile yapılamayacağını, zira kökenlerin, aşağılayıcı ve değersiz icatlar olduğunu dile getiren Nietzsche için, örneğin şiir de, bir gün bir kimsenin kendi kelimeleri aracılığıyla başkaları üzerinde belirli bir iktidar ilişkisi kurmak için, dili ritmik olarak kullandığı bir icattır. Bilginin insan doğasından ve içgüdülerinde a priori bir tohum olarak bulunmadığını, ancak içgüdülerin mücadelesinin sonucu olarak bir imalat olduğunu ileri süren Nietzsche’ye paralel olarak Foucault da, Antik Yunan’da yoğrulan klasik tarih yaklaşımını, bir olay olarak söylemin öngörülemezliği karşısındaki kaygıya bağlı bir hakikat oyunu olarak ele alır.
Nietzsche’ci bu eleştiri, insanın doğal bir yönelimle, dilsel forma aktararak, doğruluk değeri atfettiği bir hakikat olarak bilgininin idealize edilmesi sürecine işaret eder. Foucault’da da, düzene sokma, denetleme, disipline etme ve gözetleme edimleriyle iktidar ilişkileri, kökenselliğe ilişkin sorunsallaştırmalara dair bir matruşka gibidir.
Bilme İstenci Üzerine Dersler’de, sözün etkin varlığı yerine anlamın temele alındığı yeni hakikat rejimini irdeleyen Foucault, söylemin, maddilikten- ne etki yarattığından- sıyrılarak, ideal düzleme taşınmasına değinir. Arkaik dönemde, ozan, kahin ve kralın sözlerinin hakikati dile getirmedeki etkinliğinin, Klasik Yunan’a geçişle birlikte sözün ne dediğine,anlam ve içeriğine kaymış olduğunu belirtir. Kendisine, öncesi ve sonrası olmayan doğal bir güç olarak bakılan şair, kahin ve kralın sözü, sembolik değerler ağında gücünü; geçmiş, gelecek ve şu anı kuşatan hatırlamada dile gelen övgü, ilahi bir makam olarak cezp etme, yine aynı biçimde pozitif bir delilden bağımsız olarak tanrıların adına hükmetmek gibi sosyal işlevlerle bağlantısında bir etkinlik olma halinden almaktadır. Doğruluk ölçütü burada da vardır elbette ancak bu norm, sözün maddi konumundan ayrı olarak ele alınmamaktadır.
Büyülü ve dini sözün yayılımıyla kurulan bu hakikat anlayışı, dini güçlerin etkileşiminden sıyrılan sözün sekülerleşmesi, mitten akla geçiş süreci, olayların geçici ve öngörülemez maddi niteliklerine bağlı olarak söylemin tekinsizliğini, düşünce yoluyla dizginleyip, ideal bir düzleme taşımak çabasıyla gerçekleşmiştir. Böylelikle, Antik Yunan söylemi, belirsiz olaylar bütünü olarak değil, Foucault’cu dilde, anlamlar-gösterenler sistemi olarak ele almaya başlamıştır. Siyasi ve hukuki pratikler içinde gerçekleşen bu dönüşüm, şairliğin meslekileşmesi ve hafızanın da herkesin belirli kurallar dahilinde az çok tecrübe edebileceği ezber niteliğine bürünmesinden, hakikatin açığa çıkmasının yerini retoriğin alması- ki burada da sözün maddiliğinin farklı bir veçhesi olarak Sofistler gündeme gelecektir- sonrasında, insanın bilme arzusunu doğal kılarak, deneyim ve olgusallıktan soyutlayan metafizik-felsefi bir hakikat tutumuna dek sürecektir. Sözün sembolik değerler ağında işlerlik gösterdiği, insan dışı kuvvetlerin dünyasına düzen verdiği, dinsel ve büyüsel gücüyle dinleyiciler üzerinde kendiliğinden etki gösterdiği arkaik dönemden klasik döneme geçiş, aynı zamanda, insanların çağına ait, meclislerde hak sahibi olmak bağlamında diyalogun açığa çıktığı hukuki ve felsefi sözün açığa çıkması sürecidir.
Foucault, Doğruyu Söylemek’te hakikat oyunu bu sefer, parrhesia kavramı üzerinden irdelerken, paralel ayrım yeniden belirir; kişinin zihnindeki her şeyi söylemesi anlamındaki parrhesia, klasik metinlerle birlikte ahlaki nitelikteki “doğruyu söylemek” edimine dönüşür. Bilme İstenci Üzerine Dersler’in odak noktası da, doğru-yanlış oyununun kuruluşunun son aşaması sayılabilecek Aristoteles’tir. Aristoteles’in öncesine uzanarak, Platon’da parrhesia’yı sorunsallaştırmak, bilgi ve iktidar ilişkisine dair Foucault’cu hakikat siyasetine göz kırparken, arkaik dönemden klasik döneme geçişteki nüveleri de içerecektir.
Matruşka açılmaktadır!
Nietzsche’nin çekiç darbesi, Foucault’nun eserleri arasındaki bu bağıntı ve hem de Antik Yunan’ın epistemoloji-etik-siyaset birlikteliği elbette yeni bir keşif değildir, ancak, hakikat oyununa ilişkin kavramsal dönüşümlerden de geçen bu sarmalı, insanın doğasına özgü kılınan bilginin yarattığı iktidar düşüncesi yerine, tersine, iktidarın yarattığı bilgi-hakikat bağlamında kurcalamak, Whitehead’in ünlü sözüne yeni dipnotlar düşme olanağı kazandırabilir. Zira bu yaklaşım aynı zamanda felsefi bilginin özellikle Platon’daki idealleştirilmiş konumuna dair de bir sorgulama niteliği taşıyacaktır.
Biyopolitika Kavramı Çerçevesinde Çağdaş Sanatta Göç, Göçmen, Mülteci Kavramlarına Bir Bakış
Güler İnce, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sanat Tarihi Anabilim Dalı Batı Sanatı ve Çağdaş Sanat Doktora Programı (Öğrenci), İstanbul
GİRİŞ-AMAÇ: Günümüzde yoğun olarak gerçekleşen insan hareketliliğinin temel nedeni ekonomik kaygılardan ziyade savaşların ve çatışmaların neden olduğu hayatta kalma mücadelesidir. Ulus devletlerle birlikte oluşan “sınır” kavramı ve bunun getirdiği içeride kalması ve dışarıda tutulması gerekenler, sürekli denetim altında tutulan bedenler, biyopolitikanın konusu dahilindedir. Bu çalışma Michel Foucault’nun “biyopolitika” kavramı çerçevesinde sınır, göç mevzusunun ve politik bir pazarlık nesnesine dönüştürülmüş mülteciler/sığınmacılar meselesinin çağdaş sanata yansımasını ele alacaktır.
GEREÇ-YÖNTEM: Bu çalışmada çeşitli düşünür, araştırmacı ve yazarların biyopolitika, göç, sınır, yabancı/öteki olma üzerine yazdıkları eserler incelenmiştir. Türkiye ve dünya çağdaş/güncel sanat ortamında özellikle son dönemlerde gerçekleştirilmiş sergiler ve sanatçı çalışmaları incelenmiştir. Türkiyeli sanatçılar ve küratörlerle yapılmış röportajlar, eleştiri yazıları, sergi katalogları, çeşitli yayın organlarında yayınlanan makaleler incelenmiş ve sanatçı, eleştirmen ve küratörlerle söyleşiler gerçekleştirilmiştir.
SONUÇ: Günümüz bakış açısı yerinden edilme durumlarını kendiliğinden gerçekleşen bir olgu olarak kabul etmektedir. Oysaki ulus-devlet yapısının, küresel ekonominin ve çıkar savaşlarının sonucu olarak ortaya çıkan bir durum söz konusudur. Savaşlara, çatışmalara neden olan büyük güçler aynı zamanda kendi sınırlarına dayanan insanlara yabancı/öteki muamelesi yapıp onları uluslararası arenada bir pazarlık nesnesine dönüştürmekte böylece kimin öleceğine kimin de yaşayacağına karar verebilmektedir. Çağdaş sanat pratiklerinde ise mülteci/sığınmacı, göç, sürgün, sınır mefhumları ele alınırken genellikle iki türlü yaklaşım sergilenmektedir. Birincisi acının popüler bir dille tekrarlanıp, çoğaltılması ve böylece sıradanlaştırılarak insanlarda duyarlılık uyandırmak yerine kanıksama yaratan çalışmalar. İkincisi din, mezhep, ırk, çıkar savaşlarının kurbanları olan bu bedenlerin yasını tutarak, kimi zaman onları isimsiz kahramanlar olarak ele alan ve sınırsız bir dünyanın gerekliliğini vurgulayan çalışmalar.
Söylemsel Mekanlara Eklemlenen “Yer” Olarak “Ev”
Gülşah Aykaç, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Doktora Öğrencisi
Söylemsel mekân, ekonomi-politik sistemin ilişkilerinin yeniden üretilmesini sağlayan dilin ontolojik oluş halidir[1]. Foucault’nun söylemsel mekânları, mimarlığı dil ile kurula-gelen analojiden öteye taşır; mimarlığı bedenin, anatominin, ideoloji, politika ve tarihin olduğu çok katmanlı bir zeminde yeniden tartışmaya açar. Mekânın söylemsel oluşu, onun dil gibi semboller barındırması ve bu sembollerin ekonomi-politik sistemin ilişkilerinin yeniden üretildiği ideolojik bir araca dönüşmesi olarak tanımlanabilir. Bu durumda mekân, homojenleştirme ve kontrol etme aygıtı olarak iş görür. Foucault, Modernite Projesinin ya da başka bir deyişle devlet aklının[2] mekânın söylemsel oluş halini geç on yedinci ve erken on sekizinci yüzyılda keşfettiğini ileri sü-rer. O tarihten bu yana devlet aklı tüm mekânsal pratikleri stratejik olarak kullanır. Foucault’nun vurgu yaptığı ve bir problematik olarak ortaya attığı söylemsel mekânlar, kurumsal ve fiziksel işleyişleri ile birlikte kurgulanan hapishane, hastane ve okuldur. Bu bağlamda, bir meta olarak sürekli üretilen ev, Foucault’nun söylemsel mekânlarından birisi olarak düşünülebilir mi? Evin işleyişini ve hatta emek bölüşümünü düzenleyen bir kuruma bağlı olması – aile kurumu- ve fiziksel kurgusunun karşılık geldiği normlar -iki artı bir konut- diğer söylemsel mekânlarla ortak nok-talarıdır. Bu ortak noktalar dışında ev, ilk olarak Foucault’nun makine beden olarak tanımladığı beden üzerinden politik anatomik bir yaklaşımla düşünülebilir. Ayrıca ev, kendisi dışında bulunu-lan tüm mekânlar için bir evde olmama hali yarattığı için de kendisi dışındaki tüm mekânlara doğal olarak eklemlenir. İkincil olarak ev, kentin bir parçası olan bu eklemlenme durumu ile sorgulanabilir. Bu kapsamda sözü edilen bildirinin amacı, evi yukarıda sözü edilen bağlamsal tartışmaların dışında, diğer Foucaultcu söylemsel mekânlara eklemlenişi kapsamında yeniden okumaya çalışmaktır.
Anahtar Kelimeler: Ev, Söylemsel Mekân, Politik Beden, Kent
[1] K. Micheal Hays, Mimarlığın Arzusu Geç Avangardı Okumak kitabında mimarlığı kendi başına işleyen ontolojik bir oluş olarak değerlendirir. K. Micheal Hays, (2010). Archietcture’s De-sire: Reading the Late Avangarde. Massachusetts: MIT Press: s.8.
[2] Devlet Aklı Ulus Baker’in deyişidir. Ulus Baker, (2014). Yüzeybilim Fragmanlar, İstanbul: İletişim Yay.
Foucault’nun Deleuze’ü Deleuze’ün Foucault’su: Paralellikler, Kesişmeler, Ayrılıklar
Ali Orhan Yılmaz, Yüksek Lisans Öğrencisi, Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi
Bu sunum 20. yüzyıl Fransız felsefi momentinin yapısalcılık sonrası iki güçlü figürünün birbirlerini alımlaması ve yorumlaması üzerine kurulacaktır. Mezkûr moment Bataille dolayımıyla gelen güçlü Nietzscheci etkiye sahiptir. İlk bölümde Georges Bataille’ın “faşist” düşüncelere cevaz verdiği düşünülen Nietzsche’yi yorumlama şekline odaklanacaktır. Ardından Foucault ve Deleuze’ün Nietzsche’nin yayımlanmamış posthumusların Giorgio Colli ve Mazzino Montinari tarafından Doğu Almanya’da araştırılması ve bulunması sonrası, Fransızca çevirisine yaptıkları editörlük ve devamında Nietzsche’nin verdiği ilhamla Foucault’nun “soybilim”i, Deleuze’ün felsefi projesi incelenecektir.
Nietzsche yorumlarından sonra Foucault’nun Deleuze’ün monografilerinin ardından “kendi adına” felsefe yaptığı eserler olan Fark ve Tekrar ile Anlamın Mantığı’nın analizi Theatrum Philosophicum adlı metindeki “yüzyılımız Deleuzecü yüzyıl olacaktır” sözünün muhtevası üzerine düşünülecek.
Tüm bu kesişmeler ve ortak sorunsalın ardından gelen ayrılığa değinilecektir. Foucault’ya göre arzu kavramı tıbbi-psikolojik önvarsayımları nedeniyle “eksiklik” olarak ortaya çıkışı politik sonuçlarının tekrar yürürlüğe riskini beraberinde taşır. Dolayısıyla ona göre içeriği zayıf, olası kullanımlar tarafından lekelenmemiş, arzu kavramına yüklenmiş tüm o psikolojik ve tıbbi tertibattan kaçınmanın bir yolu olarak “haz” terimini kullanmak gerekir. Deleuze buna karşılık hazzın katmanların ve organizasyonun tarafında olduğunu ve yasaya karşı işaretlenmiş yani dışsal olduklarını belirtir. Her halükarda haz, arzuya ait içkinlik alanının dışındadır. Bu tartışma bağlamında iki metin karşımıza çıkar; Foucault’nun röportajı olan “Şen Bilim”, Deleuze’ün yazmış olduğu “Arzu ve Zevk” adlı metinlerdir. Burada hangi bağlamlarda bu fikirlere ulaştıkları irdelenecek, birbirlerine itirazları gösterilmeye çalışılacaktır. Özel olarak ise Foucault’nun iktidar düzeneklerinden uzaklaşıp, kendilik tekniklerine odaklandığı dönemleri incelenmeye çalışılacak. Bu ayrışmanın sonunda rivayet edilen bir daha görüşmeme kararının ardından yine anlaşmazlığa yol açan “Yeni Filozoflar” tartışması analiz edilecek. Ardından Foucault’nun ölümü sonrası Deleuze’ün onun adına kaleme aldığı monografi ile Foucault’nun onun için anlamını soruşturulacak.
Son olarak 1975 tarihinde kaleme aldığı eser Disiplin ve Cezalandırma: Hapishanenin Doğuşu‘nda iktidarın mikro düzeyde işlemesini “uysal bedenler” üretmesini inceleyen Foucault ile Anti-Ödipus’ta gücün moleküler düzeyde harekete geçmesi “faşizmi arzulayan” failler üretimi birbirine benzer. Aynı zamanda “uysallaşmayan”ları da belirlenen normallik standartlarınca sapkınlık biçimlerinin tanımlanması sonunda oluşan “kapatma” ile akıştan kaçanların kapılması edimi arasında gücün Foucaultcu anlamda mikroskobik, Deleuze ve Guattari lexigonunda moleküler düzeylerinde ortaklaşmaları dikkate değer, bu sebeple ikisi için siyasalın bu veçhesinin anlamı üzerine durulacak.
Biyoiktidar Ölür, Sen Foucault’yu Hatırla
Hamza Celalettin Okumuş, Konya Üniversitesi Felsefe Master
Özelde günümüz Türkiye’sinde, genelde ise günümüz Dünya’sında iktidari yetkinin artışının yarattığı bireysel özgürlük problemi, Foucault’nun on yıllar öncesinden bize haber verdiği bir şeydi. Bedenin zaptı, bireyin bedeninin tek sahibi olmayışı ve bunun müsebbibi iktidarlar, tüm düzeni kendi lehlerine çevirirken, boş bakışlar arasında iki şeyin elzemliği gün yüzüne çıkar: Önce Foulcault’yu bilmek, sonra onu hatırlamak.
Biliniyor ki, artık siyaset, sadece siyasetin sınırlarında yapılacak bir iş değildir. Ve şu da önemlidir ki, siyaset, sadece siyasetçilerin tekelinde bir iş de değildir. Bedeninin tek sahibi olarak bireyin de, kendi bedenine kasteden siyasete dahil olma hakkı mevcuttur. Ama bu siyasi hakkı kullanabilmenin, siyasetçilerde pek rastlanmayan bir niteliksel ön koşulu vardır: Siyaset felsefesi bilebilmek.
Foucault’nun analiz yöntemi en güvenilir yöntemdir. Arkeolojik yöntem. Yani kavramsal bir kazı çalışması. Öncelikle siyasetin, tarihsel arka planını, kavramın arkeolojik çalışmasıyla kavramaya çalışmak gerekir. Bu konudaki referansımız da Michel Foucault’dur. Öyleyse şuradan başlamak gerekir:
- İktidar nedir?
- Biyoiktidar nedir?
- Özne nedir?
Bu soruların cevaplarını öncelikle Foucault’da aramak önemlidir. Çünkü Foucault bunların ne olduğuna, bunların neden olduğu yönünden eğilmeyi başarabilmiştir. Bütün öncüller Foucault’da mevcuttur. Bu öncüllerin bizi doğru yere ittiğine şüphe yoktur. Biraz hafıza problemi yaşayacağız elbette. Ama bu hafıza problemi, 100 sene sonra, biyoiktidar konusunda keskinken, Foucault konusunda telafi edilebilir olacak. Kısacası; Biyoiktidar ölecek, biz Foucault’yu hatırlayacağız.
Foucault’dan Butler’a Özne ve Cinsiyet: Foucaultyan Bakış, Feminist Teori ve Queer Yaklaşımda Kimlik
Oya Yıldız, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Sinema Yüksek Lisans
Michel Foucault, çalışmaları yayınlanmaya başladığı günden itibaren sosyal bilimlerde oldukça dikkat çeken bir isim olmuştur. Bugün hala O’nun görüşleri, kuram ve çalışmaları birçok çalışmaya çerçeve oluşturmaktadır. Alanda bu denli belirleyici olmanın yanı sıra, çalışmalarının iktidarı dert edinen bir odaktan beslenerek geniş bir yelpazede mikro alanlara ulaşması sebebiyle Michel Foucault, en çok eleştiri alan yazarlardan da biri olmuştur. Bu çalışmada Foucault’nun üzerine yazdığı ya da çalıştığı bir şey değil; üzerine neden yazmadığı sıkça tartışılan başka bir konu ele alınmaktadır: Foucault ve Kadına Bakmayışı ( Kadını Ele Almayışı).
Michel Foucault bilindiği üzere hayatı boyunca kenara itilmiş, dışlanmış ve hatta öteki konumuna hapsedilmiş özneler hakkında yazarak iktidarı inceledi. Hapishane’nin Doğuşu (1975), Deliliğin Tarihi (1964), Cinselliğin Tarihi (1976) gibi ismi sıkça zikredilen kitaplarında ana maddesi normal olamayan (olmayan), öteki öznelerdi. O, İktidarı merkezde ve baskıcı bir yapıda aramak yerine; etrafımızı çevreleyen her yapıya sızmış, rizomatik hareket eden, her söylemi bir başkasını üretmek, devam ettirmek ya da değiştirmek için kullanan bir panoptik iktidardan bahsediyordu (1975). “Ne?” ve “Neden?” sorularını sormanın anlamsız olmadığını ama yetmediğini savunuyor ve “Nasıl?” sorusunu sormayı öneriyordu: “İktidar nedir?”, “İktidar neden güç uygular?” soruları yanında; “İktidar nasıl oluşur ve nasıl devam eder?”, “Nasıl yönetiliriz?”, “Nasıl ayrışır ve nasıl birleşiriz?” sorularını sormak…
Özne ve iktidara yönelik çalışmalarında Foucault, mâhkumları, akıl hastalarını, sapkınları konu edinse de bu özneleri cinsiyetleri bazında incelememeye özen gösterdi. Kadın ve erkeği ayrı tutmayan aksine her bir bireyin kendisi ve diğerleri tarafından üretildiği bir yapı öneriyordu. Disiplin, güç ve öznellik; çalışmalarının çatısını oluşturuyordu ve disipline eden gücün en başta gelen hedeflerinden biri de kadın bedeniydi (de Beauvoir, 1988); ancak buna rağmen Foucault, çalışmalarında kadına özel bir yer vermiyordu. O, her zaman kadının da erkek gibi disiplin pratiklerine maruz kaldığını söyledi ama kadına ya da cinsiyete (toplumsal cinsiyete) yönelik eserler yazmadı. Peki Foucault, cinsiyetin iktidar çalışmalarındaki önemini anlamamış mıydı? Yoksa kadını bile isteye mi dışarıda bırakıyordu?
Feminist Teori, hem Foucault’ya önemli eleştiriler yöneltmiştir; hem de Foucault’ya ve onun kuramlarına en çok atıfta bulunan alanlardan biri olmuştur. Foucault’nun iktidar anlayışıyla Feminist Teori’nin disiplin, güç, iktidar, öznellik ve cinsellik gibi önemli ortak noktaları vardır. Ancak cinselliğin yanı sıra cinsiyet de iktidara yönelik önemli bir etmendir; Anne Balsamo, “cinsiyet insan bedeninin söylemsel kurulumunda en önemli faktörlerden biridir,” der (1996) ve Foucault’yu cinsiyeti ihmal etmekle suçlar, çalışmalarının eksik olduğunu dile getirir.
Feminist Teori, Foucault’yu üç koldan ele alır; ilk dalga çalışmalar söylem üzerine olmuştur. Dilden geçerek kurulmuş kadın söylemi, bio-iktidar, bio-politik gibi konularda hem Foucault’dan yararlanılır hem de Foucault’ya eksik bıraktığı anlatısı sebebiyle veryansın edilir. İkinci dalga çalışmalar Foucault’nun çalışmalarında sıkça dile getirdiği direnme-direnç üzerinedir. Çalışmaların birçoğu, Foucault’nun ünlü sözü “İktidarın olduğu yerde direniş de vardır,” sözünden yola çıkar. Son dalga çalışmalarsa daha günümüze yakın dönemde yapılan cinsel kimlik çalışmalarıdır (Deveaux, 1994). Cinsel kimlik üzerine yapılan çalışmalarda sık sık Foucault’nun isminin zikredilmesi, Judith Butler’ın Foucault’nun fikirlerinden yola çıkarak oluşturduğu teorileri sayesinde olmuştur. Judith Butler, Cinsiyet Belası (1990) isimli kitabında Foucault’ya geniş yer vermiş ve bu fikirleri geliştirerek cinsel kimliğin sürekli olarak yeniden yapılandığı bir iktidar modeli önermiştir. Kendinden önce fikirlerini yazan, dile getiren tüm feministlere de hak vererek Butler, eksik olanın Foucault değil aslında feministler olduğunu üstü kapalı ifade etmiştir. Butler, cinsiyetin performatifliği üzerinde durmuş ve “lgbti” bireylerin “tuhaf” oluşumları, ilişki ağları konu alarak özne olma ve kimlik; cinsiyete yönelik söylem ve iktidar hakkında sorgulamalar yapmıştır.
1990lar sonrası çalışma örnekleri veren ve post kuramlar içinde sayılan Queer Teori de aynı Butler gibi Foucault’ya feministler tarafından haksızlık edildiğini düşünür. Queer Teori, Foucault’nun akışkan teorisini benimsemiştir; cins ya da cinsiyete bağlı olmayan, tek bir iktidara ya da söyleme karşı tavır almayan, sürekli yenilen bir sistemi amaçlamıştır. Feminist Teorinin hatasının çalışmalarını ikili karşılıklar üzerine kurmuş olması (akıl/beden, ruh/madde, kültür/doğa, kadın/erkek) olduğunu dile getirerek bu çalışmaları normal/anormal ayrımına yönlendirir ve tek yönlülükten kurtarmaya çabalar.
Sonunda elimizde birkaç soru kalır; Foucault Feminist Teorinin bahsettiği gibi yarım çalışmalar mı kaleme almıştı? Acaba Foucault kadını dışarıda bırakırken Queer teorinin şimdilerde gördüğü sürekli değişen kimliği mi amaçlıyordu? Yoksa Foucault hiç bunları düşünmemiş ve kendi iktidar alanını söyleme katabileceği öznel bir iktidar tanımı mı ortaya koymuştu? Peki ya hepsinden öte Foucault’nun bahsettiği “Direnme Gücü” kendi teorisinin eksik olduğunu varsayarsak; kendi teorisine bile direnebilineceğini de savlamaz mı?